Nizam-ül Mülk'ün Ölümü Üzerine

Başarıları arttıkça düşmanları da paralel olarak artan ünlü Vezir'i kim öldürtmüştür?

Yanlış Anlaşılan Bir Hümanist Filozof: Niccolò Machiavelli

Siyaset Bilimine birçok katkısı olan Machiavelli, yaşamı boyunca neden kötü olarak bilindi?

Kadınların Öncüsü Fakat Feminizmin Karşıtı Bir Filozof: Hannah Arendt

‘İlk kadın olma’ statüleriyle donatılmış fakat kadınların örgütlü harekatına neden karşı durmuştur?

Montesquieu’nun ‘’İklime Göre İnsanlar’’ Teorisi

Bu teorinin doğruluk payı sizce ne kadardır? Eksiklikleri de barındırıyor mu?

Eflâtun ve Farabi’nin İdeal Devleti ve Osmanlı

Osmanlı Devleti, Eflâtun ve Farabi'nin 'ideal devleti'ne ne kadar uygundu? Belki de aradıkları ideal devlet Osmanlı'nın ta kendisiydi.

Sayfalar

31 Ağustos 2014 Pazar

Montesquieu’nun ‘’İklime Göre İnsanlar’’ Teorisi

Montesquieu’nun ‘’İklime Göre İnsanlar’’ Teorisi

Siyaset bilimine en büyük katkısının, ‘Erkler Ayrımı’ olduğu muhakkaktır fakat benim üzerinde duracağım konu farklıdır. Tam olarak kabul edilemese de bazı gerçekleri yansıttığını düşündüğüm, ‘’İklime Göre İnsanlar’’ teorisinin üzerinde duracağım. Montesquieu hakkında biraz bilgi verdikten sonra konuya geçeceğim.

Montesquieu kimdir?

Tam adı, Charles-Louis de Secondat, Baron de La Brède et de Montesquieu’dur. 18 Ocak 1689’da Bordeaux yakınlarında, zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Siyaset bilimine en fazla katkısı olan filozoflardan biridir. Bordeaux Üniversitesi’nde Hukuk eğitimi aldı. Birçok konuda irili ufaklı araştırmaları oldu. Araştırmaların kapsamını genişletmek için Paris’e yerleşti. Kısa bir süre sonra, babasının ölümüyle kendisine kalan mirası devralmak için Paris’ten ayrılmak zorunda kaldı. Bunun akabinde amcasının da ölümüyle büyük miktarda mirasa sahip oldu. Bunlarla birlikte bir de Bordeaux Parlamentosunun Başkanlığını da devraldı. Paris’e gitme amacı olan araştırmalarının eksik kalması sebebiyle Başkanlığı devredip tekrar Paris’e yerleşmeye karar verdi. Görme yetisinin bir hayli zayıflamasından dolayı çalışmaları zorlaştırdı fakat yine de tüm çalışmalarını tamamladı. Yayınladığı birçok eser ortalığı karıştırdı. Eleştirilerin hedef tahtası olmamak için birçok eserini isimsiz yayınladı. En önemli eseri ise ‘’Yasaların Ruhu’’dur. Üzerinde duracağım konu, mevzubahis olan kitapta ayrıntılarıyla açıklanmaktadır. Birçok esere ve ilke imza attığı bir hayat sürdü. 10 Şubat 1755’de Paris’te hayatını kaybetti.

‘’İklime Göre İnsanlar’’ Teorisi

Bu teoriyi ortaya atma sebebi, Yasaların Ruhu kitabının temelini oluşturur. Çünkü kitabın üzerine kurulu olduğu temel, her bölgenin farklı iklimlere sahip olduğu ve buna bağlı olarak da bu bölgelerde yaşayan insanların farklı kültürel yapılara ve kişiliklere sahip olduğudur. Mesela, Kuzey bölgesinde bulunan ülkeler için tasarlanan yasalar ve yönetim biçimleri, Güney bölgesine bulunan ülkelere aynı derecede uygun olmayabilir. Çünkü Montesquieu’ya göre iklim, insanlar üzerinde doğrudan etkiye sahiptir. Sıcak bölgelerde yaşayan insanlar pasif olur ve kurallara boyun büker. Soğuk bölgelerde yaşayan insanlar ise daha özgürlükçü ve çalışkan yapıya sahip oldukları için her türlü kurala boyun bükmezler. Bu sebeple iki bölge için de farklı yasaların yapılması ve hatta farklı yönetim biçimlerinin benimsenmesi gerekir.

Montesquieu’nun kabul ettiği ve kendi perspektifiyle tanımladığı yönetim biçimlerinin de konuyla ilgili olduklarını düşündüğüm için onlara da üstünkörü değinmeden geçmeyeceğim.
Düşünürün ifadesiyle; cumhuriyet ‘erdem’ ilkesine, monarşiler ‘şeref’ ilkesine ve despotik devletler ‘korku’  ilkesine dayanır. Düşünürün yine farklı bir perspektifle baktığı diğer mevzu, cumhuriyet ve despotizm ile yönetilen insanların, kendi yönetildikleri devletlerde eşit saymasıdır. Cumhuriyet ile yönetilen devletlerde insanlar ‘her şey’ oldukları için eşittirler; Despotizm ile yönetilen devletlerde ise insanlar ‘hiçbir şey’ olmadıkları için eşittirler. Çünkü cumhuriyet yönetim biçiminin uygulandığı devletler, küçük bölgelere sahiptirler ve genellikle Kuzey bölgelerinde bulunurlar. Soğuk iklime sahip olan Kuzey bölgelerinde yaşayan insanlar özgürlükçü fikirlere sahip oldukları için, ‘hiçbir şey’ olmaya razı olmazlar. Fakat bunun zıt tarafında bulunan Güney bölgesi, sıcak bir iklime sahip olduğu için buralarda bulunan Despot devletlerin insanları, köleliğe ve bununla birlikte ‘hiçbir şey’ olmaya razıdırlar.

Montequieu’ya göre, yasalar için de aynı durum söz konusudur.  Yine düşünürün ifadesiyle; yasalar, ülkenin yapısıyla, yani sıcak, soğuk veya ılıman olan iklimiyle; toprağın niteliğiyle, konumuyla veya büyüklüğüyle; halkların yaşam biçimiyle, yani çiftçi, avcı veya çoban oluşlarıyla ilişkilidir. Ona göre, iklim, toprağın doğası, ticaret, nüfus ve din gibi değişkenler, yasalar üzerinde doğrudan etkilidir.

Kısacası, iklim, insanın kişiliğini (tembel ya da çalışkan olmasını; köle ruhlu ya da özgür ruhlu olmasını) biçimlendirir. Yasalar, insanların bu özelliklerine göre yapılmalı veya değiştirilmelidir.

İklimlere göre insan biçimleri:

Soğuk İklim(Kuzey İnsanları): Kusuru az, meziyeti çok insanlar, samimi ve açık kalpli insanlar ve özgürlükçü insanlardır. Genellikle Cumhuriyet ile yönetilirler.
Sıcak İklim(Güney İnsanları): Ahlak seviyesi düşük insanlar, tembel ve edilgen insanlar ve köle ruhlu insanlardır. Genellikle Despotizm ile yönetilirler.

SONSÖZ

Montesquieu’nun bu teorisinde haklı olduğu bazı yerler vardır elbette fakat tam anlamıyla doğrudur diyemeyiz. Teorinin günümüz ile örtüşüp örtüşmediğine baktığımızda söylemek istediğim daha iyi anlaşılacaktır.

Montesquieu’nun yaptığı Güney ve Kuzey genellemelerinin içinde istisnalar var mıdır? Bence vardır. Mesela Güney bölgesinde bulunup da Cumhuriyet ile yönetilen devlet yoktur diyemeyiz. Veyahut Kuzey bölgesinde bulunup da köle ruhlu insan yoktur da diyemeyiz. Teorinin doğruluk payı da küçümsenecek kadar az değildir. Gerek Monstequieu’nun yaşamış olduğu 17-18. Yüzyıllarda gerek ise günümüzde bulunan devletlerin ve insanların birçoğu bu teoriye uygundur. Özgürlükçü ruhlara sahip olan insanlar genel olarak Kuzey ülkelerinde yaşıyor. Bununla alakalı olarak da demokrasi ve cumhuriyetin ana vatanı da bu bölgede bulunan İngiltere’dir. Diğer tarafta ise Güney ülkelerinin birçoğu Despotizm yönetim biçimine yakın yönetim sistemleri ile yönetilmektedir (Irak, İran, Suriye ve birçok Afrika ülkesi gibi). Kuzey ve Güney’in insanlarını karşılaştırdığımızda da aynı sonuçlar çıkacaktır. Kuzeyde yaşayan insanların bilime ne kadar yakın oldukları tartışılmaz bir mevzudur, keza Güneyde yaşayan insanların birçoğunun bilime ne kadar uzak oldukları da öyle…



Son olarak şunu söylemek isterim; Güney bölgesinde etkili olan iklimin sıcak olduğu muhakkaktır. Sıcak havaların ise insanları ne kadar gevşettiği de kabul görülen bir tezdir. Fakat unutulmaması gereken; İslam felsefesinin öncüsü; Farabi’nin, en önemli devlet adamlarından; Nizam-ül Mülk’ün, uçmayı hayal eden ilk bilim adamı; Abbas İbn Firnas, cerrahinin babası; Ebu’l Kasım Zehravi, Müslüman mühendislerin öncüsü; El Cezeri vesaire birçok bilim adamının Güney bölgesi dediğimiz sıcak iklimlerde yaşadıklarını unutmamak gerekir. Bu teori kısmen gerçek olabilir ama hiçbir zaman bahane olacak bir gerekçe sayılmamalıdır. 

22 Ağustos 2014 Cuma

Kadınların Öncüsü Fakat Feminizmin Karşıtı Bir Filozof: Hannah Arendt

Kadınların Öncüsü Fakat Feminizmin Karşıtı Bir Filozof: Hannah Arendt
Üniversitede okumakta olduğumun bölümün de etkisiyle en fazla ilgi duyduğum bilim dalıdır Siyaset Bilimi. Bu yüzden de ‘siyaset biliminin’ öncüleri de ilgi radarımın kapsamı içinde yer almaktadır. Bu sefer ki araştırmamda çok fazla gerilere gitmedim. Sadece 20. Yüzyıla göz attım. İsmini benim de ilk defa duyduğum, döneme damgasını vuran ve şu sıralar popülerliği artan kadın bir filozof; Hannah Arendt.

Gerek ırkından gerek ise yaşadığı dönemde meydana gelen olaylardan etkilenerek hayatını sürdürmüş olan bir kadın filozof. Yahudi kıyımlarının zirvede olduğu bir zamanda bile özgürlüğü için mücadele etmiş bir siyaset bilimci. Kimine göre ise ‘kadından filozof olmaz’ tezini çürüten kadındır.
Birçok konudan ele almak mümkündür fakat benim üzerinde duracağım mevzu şudur; kadınların haklarını savunmasına rağmen, Feminizm akımının karşısında durmasıdır. Bunu anlayabilmek için öncelikle Arendt’in bakış açısını kavramak gerekir.

Hannah Arendt kimdir?
14 Ekim 1906’da Almanya’nın Hannover şehrinde Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Hayranı olduğu Imanuel Kant’ın büyüdüğü şehirde, Berlin’de büyüdü.
Kendisine felsefeci sıfatı verildiğinde bundan rahatsızlık duyduğunu dile getirdi. Gerekçesi ise çalışmalarının "tekil olarak insana değil, dünyada yaşayan ve dünyayı kaplayan insanlığa" odaklanmış olmasıdır. Bu yüzden de felsefeci yerine siyaset bilimci sıfatının takılmasını arzu etti.
Nazi hayranı olan Heidegger ile birlikte Marburg Üniversitesi’nde felsefe üzerinde çalışmaları oldu.  Birliktelikleri sona erince Arendt kendine başka bir yol çizdi. Aziz Augustine’in düşüncesinde aşk kavramı üstüne tez yazdı ve yazdığı tez 1929’da yayınlandı. Fakat kısa bir süre sonra, Yahudi olduğu gerekçesiyle hocalık niteliklerine sahip olmadığı belirtilerek Alman üniversitelerinde ders vermesi yasaklandı. Bunun üzerine Almanya’dan ayrılıp Fransa’ya göç etti. Paris’e yerleştikten sonra burada da çevre edinmiş ve aynı zamanda Fransa’ya göç eden Yahudilere yardımcı olmaya çalışmıştır.
II. Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle birlikte Fransa kendini savaşın içinde buldu. Almanya’nın saldırılarına maruz kalması sonucunda birçok bölgesi işgal edildi. Ülkede ortaya çıkan olaylar sebebiyle, Yahudilerin toplama kamplarına götürülmesi kararı çıkarıldı. Bu karara razı gelmeyi reddeden Arendt, Fransa’dan kaçtı. 1940 yılında Alman şair ve felsefeci ile evlendi. Yaşadığı bölgeden hoşnut olamayınca göç etmeye karar verir ve bu esnada herkesin dilinde dolaşan bir haber aldı. Amerikalı bir diplomatın, yasadışı vize vererek 2500 Yahudi’yi Amerika’ya göç ettireceği yönündeki haber, Arendt’i ve ailesini harekete geçirdi.
Amerika’da kurulmuş olan Alman-Yahudi Topluluğunun aktif bir üyesi oldu. 1950 yılında ABD vatandaşı ve 1959’da da Princeton Üniversitesi’nde kadrolu ilk kadın Profesör oldu.
Birçok esere imza atmıştır. Eserleri genellikle, iktidar, politikanın özneleri, otorite ve totaliterlik ile ilgilidir.

Kadınlık Durumuna Bakış Açısı
Arendt’in aldığı ödüller ve profesyonel yaşamı açısında değerlendirdiğimizde ‘ilk kadın olma’ statüleriyle donatılmış olduğunu fark ederiz. Buna rağmen kadın olmayı düşünme problemi etmemiş, hatta gidişattan bekleneceği üzere feminist olamamıştır.
Bakış açısını kavrayabilmek açısından, insanların ‘ne’(ırk, din, dil vs.)  olduklarıyla değil ‘kim’(ne yaptıkları, söz edimleri vs.) olduklarıyla ilgilendiğini söylemek yerinde olacaktır. Yahudi olmasına rağmen Yahudileri bir cemaat olarak kabul etmemiştir. Birçok Yahudi Cemiyetinde aktif görev almasına rağmen, yaşadığı hayatın ona kattığı tecrübeler neticesinde, insanların ‘‘ne’(ırk, din, dil vs.)  olduklarıyla değil ‘kim’(ne yaptıkları, söz edimleri vs.) olduklarıyla ilgilenmiştir. Böylesine bir perspektife sahip olmasından dolayı, Yahudi kimliğiyle ön plana çıkmaktan kaçınmıştır.
Yahudi Sorunlarına bakış açısına da değinmeden geçmek doğru olmaz. ‘Yahudi olmak politik bir sorun olmasa da Yahudi sorunu, anti-semitizm, politik bir sorundur; çünkü politik çözüm gerektirir. Burada sorunun politik olması, sorunun Yahudi olmaktan değil Yahudiliğe karşı olmaktan kaynaklanmasıdır.’ (Nilgün TOKER)

Benzer bakış açısı kadınlar içinde geçerlidir. Onun için ‘Kadın Sorunu’, politik bir sorun değildir. Özel yaşamına baktığımızda bir kadınla, yaptığı işlere baktığımızdaysa bir filozofla karşılaşırız. Bu durumu Özel Alan ve Kamusal Alan olarak tanımlayabileceğimiz Ardendt’e özgü bir ayrımla açıklayabiliriz. Arendt oluşturduğu politik kuram gereği ve bu kavrayış doğrultusunda kadınlık sorununun bir politik problem olmadığını söylemiştir. Bu onun için kişisel bir tercih değil, politik ve felsefi bir seçimdir.

‘’Kadın olmayı ya da bir etnik kimliğe ait olmak doğuştan gelen özellikler olma anlamında bir kaderdir. Bu da zorunluluk olarak algılanabilir. Arendt’e göre Kurtuluş ve Özgürlük farklı kavramlardır. Çünkü kurtuluşu eylemin amacı yapmak, aslında olduğundan farklı bir şey istemektir. İnsan bu durumda varoluşu reddetmektedir. Bu da Kimliği kuracak bir eylem değildir. Kimliği kurmak aynılaşmadan, baskın olana benzemeden kendini var etmeyi gerektirir. Kadının erkeklerin de yer aldığı ortak bir dünyada kendini ifade etmesi yerine, kadınlar grubu olarak görünür olup  tahakkümcü bir güç olarak ortaya çıkması onu aynılaştırır ve politik kötülüğün kaynağı yapar. Çünkü tahakkümcü olan politik kötüdür. Özgürlüğün önündeki engeldir. Cinsiyet olarak eşit olma isteği adına politik alanı göz ardı etmek kimlik inşasını imkânsız kılar.  Bu nedenle Arendt feminist değildir. O’na göre, Feminizm, kadınların eşitliği adına, kadınları bir sınıf olarak görüp onları cinsiyetsizleştiren bir politika inşa etmek kadının kendisini aşağı gördüğüne işaret eder. Bu kurtuluş hareketidir. Kadın kendi öz niteliklerinden kurtularak erkekler dünyasında erkek olarak var olmak istemektedir. Arendt bunu Parya kültürü olarak adlandırıyor. Aşağılanmış ve dışta bırakılmış olanın kendini merkeze alma isteği Parya kültürüdür. Bunun da gideceği yer kurtuluş olabilir ama özgürlük olamaz. ‘’ (Ebru EREM)

Değerlendirme
Kadın, kadınlar olarak örgütlenip bir kurtuluş hareketi gerçekleştirmek yerine, söyledikleri ve yaptıklarıyla insan olma adına(insan idesi olarak) adalet talep etmelidir. Kendini diğer cinsten üstün olarak görüp kurtulmak yerine sosyal alanda eşit ve denk muhataplarla bir anlam tesisi etmeye yönelmelidir. Adalet arayışı içinde olmalıdır, çünkü aslında maruz kaldığı dışlanma, baskı ve ötekileştirilme, sosyal alanda adalet’in tesis edilmeyişinden kaynaklanmaktadır. Adalet ise ortak bir alan olan Politik/Kamusal alana ait bir ilkedir ve Arendt’e göre politik alanın merkezinde yer almaktadır. Arendt’in klasik anlamda Feminizmi haklı görmeyişini bu nedenlere bağlayabiliriz.






16 Ağustos 2014 Cumartesi

Nizam-ül Mülk'ün Ölümü Üzerine

Nizam-ül Mülk’ün Ölümü Üzerine
Hayatı ve kişiliğine her zaman merak beslediğim önemli şahsiyetlerden biri, Nizam-ül Mülk. Hayatı ve kişiliği üzerine yaptığım araştırmalarda aklımı kurcalayan ve bir türlü kesin bir cevap bulamadığım mevzu, Nizam-ül Mülk’ün ölümüdür. Bu yazımı, başlığından da anlaşılacağı üzere, böylesine değerli bir şahsiyetin kim tarafından ve neden öldürüldüğü üzerine yazmak istedim.
Ölümüne gelmeden önce, hayatı ve kişiliği üzerine biraz bilgi aktarmayı gerekli buluyorum.

Hayatı Hakkında
Tam adı, Ebu Ali el-Hasan et-Tusi Nizam-ül Mülk’tür. 10 Nisan 1018 tarihinde Horasan’da doğmuştur. Gazneli Devleti’nin toprakları içerisinde bulunan bu kentte, eğitim seviyesi üst düzeydeydi. Dönemin birçok bilginlerinin bu coğrafyadan çıktığı malumdur. Küçük yaşlardan itibaren dini bilgisini geliştirme fırsatı elde etmiştir. Henüz 11 yaşlarındayken Şafii fıkhını öğrenip Kuran-ı Kerim okumaya başlaması, çevredekilerin gözdesi haline gelmesini sağlamıştır.
İlk görevini Gazneli Devlet’inde yerine getirmiştir. 1059’da Horasan’ın valisi olmuştur. 1063 yılına kadar bu görevde kaldıktan sonra Selçuklu Devleti’nin himayesindeki Belh şehrinin valisi yanında görev almıştır. Kısa bir süre sonra yetenekleri fark edilir ve dönemin sultanı olan Alparslan’ın isteği üzerine, 1064 yılında Vezir olur. Kesintisiz bir şekilde uzun süre (Alparslan 1064-1072 ve Melikşah 1072-1092) Vezirlik yapmıştır.

Gerek ilim için gerek din için birçok çalışmaları olmuştur. Dünyanın ilk üniversitelerini kurmuştur. Farklı şehirlerde olmak üzere toplam 8 medrese açtırmıştır. Bu üniversitelere, Nizam-ül Mülk isminden türetilen Nizamiye Medreseleri adı verilmiştir.  Tarihte ilk kez, öğrencilere burs ve yurt imkânı sağlayan kişidir.

Başarıları bunlarla kısıtlı değildir elbette. Selçuklu Devleti’nin müesseseleşme ve merkezileşmesi adına birçok yararlı faaliyetlerde bulunmuştur. Örnek olarak; ikta sistemini icat etmesi ve Türk devletlerinde ilk kez gelir-gider raporlarını hazırlatması gösterilebilir.

Kişiliği Hakkında
Âlim, dindar, cömert, adil ve yumuşak huylu, suçluları çok bağışlayan ve az konuşan biri idi. Bulunduğu meclis, âlim ve salih insanlarla dolup taşardı. Açık sözlü, özgüven sahibi ve sivri dilli bir yapıya sahipti. Birçok örneği olmakla birlikte, Melikşah ile aralarında sürekli soğuk havalar eserdi. Sultan’ı eleştirmekten ve haklı olduğunu bildiğinde söyleyeceği sözden kaçınmazdı.

Ölümü Hakkında
Ölümü hakkında çeşitli söylentiler vardır. Kimin ve ne sebeple öldürdüğü kesin olmaması bir tarafa, suikast kurbanı olması muhakkaktır. Çeşitli kaynaklarda yer alan bilgilere göre, Sultan Melikşah, 2. Bağdat seferi için yola çıktığında (1092) beraberinde Nizam-ül Mülk’ü de götürmüştür. Seferin Ramazan ayına denk gelmesi münasebetiyle iftar için konaklama emri verilmiş. İftarını bitiren Vezir, çadırına dönmek için ayaklanmış. Bu esnada kendini mürit olarak tanıtan bir şahısla diyalogları geçmiş. Kendini mürit olarak tanıtan kişi cebinden bir dilekçe çıkarıp, okuması için Vezire uzatmış. Dilekçeyi okumakla meşgul olan Vezir, hiç beklemediği bir anda göğsüne saplanan hançerle yere yığılmış ve kısa süre içinde hayatını kaybetmiştir.

Kendini mürit olarak tanıtan bu şahıs, kim adına bu suikastı yapmıştır? Görüyorum ki herkes Hasan Sabbah’ın bir fedaisi tarafından yapıldığını iddia ediyor. Fakat ben bu kadar basit olabileceğine ihtimal vermiyorum.

Bir başka söylentiye göre Sünnilerin bu işi planladığı yönündedir. Bu da bir ihtimaldir fakat diğerleri ile kıyasla derecesi daha düşüktür.

Benim fikrime göre ise, bu işi planlayan Melikşah’tır. Bu söylentilerin sebeplerini tek tek açığa kavuşturmak isterim.

Neden Hasan Sabbah?
Hasan Sabbah, gençlik yıllarında Nizam-ül Mülk’ün eli altında görev yapmıştır. Muazzam bir bilgi birikimine sahip bir ideoloji insanıdır. Alevilerin öncülerinden sayılır. Müthiş zekâsıyla kısa sürede çevresinde binlerce mürit toplamıştır. Haşhaşiler örgütünü kurup liderliğini yapmıştır. Bu örgütün yaptığı birçok suikast sonucunda, onlarca devlet adamı kurban gitmiştir.
Sorumuza gelelim, neden Hasan Sabbah? Örgütün büyümesiyle birlikte idaresi de bir hayli zorlaşmıştı. Bu sorunu gidermek için merkezi bir üs gerekli görülmüştü. Bu sebeple Hasan Sabbah ve Fedaileri, Alamut Kalesini fethedip burayı merkezi üs haline getirmişlerdir. Bunu öğrenen Selçuklu Veziri, derhal kaleyi geri almak için harekete geçmiştir. 4 ay süren kuşatma sonucunda olumlu bir sonuç alınamamıştı.

Hasan Sabbah ile Nizam-ül Mülk arasında böylesine bir savaş cereyan etmesi, Fedailerden birinin Veziri öldürmesi olasılığını yüksek tutmaktadır.

Neden Sünniler?
Melikşah ve Nizam-ül Mülk Sünni mezhebine bağlı olarak İslamiyet vecibelerini yerine getirmişlerdir. Fakat mezhep ayrımcılığını ortadan kaldırmaya bir hayli istekli olan Vezir, tüm tarikat ve mezheplerle içli dışlı, samimi ilişkiler içerisindeydi.

Melikşah’ın emri üzerine Vezir, mezheplerin en büyük âlimlerini bir arada toplayıp, mezhepler arasındaki bu farklılıkların neyden kaynaklandığını ve hangi mezhebin haklı olacağını tespit etmek için bir konferans düzenlemiştir. Bu konferans neticesinde Melikşah ve Nizam-ül Mülk Şiiliğe kaymışlardır.

Sünnilerin bu durumdan rahatsız olup, ikisini de öldürtmesi muhtemeldir. Çünkü Nizam-ül Mülk’ün ölümünden kısa süre sonra Melikşah da hayatını kaybetmiştir.

Neden Melikşah?
Nizam-ül Mülk’ü öldürme ihtimali ve gerekçesi en fazla olan kişi, Melikşahtır. Kişiliği hakkında belirtildiği üzere, sivri dilli ve açık sözlü bir şahsiyet olan Nizam-ül Mülk’ün, saray içinde birçok düşmanı mevcuttu. Sultan’ı Vezire karşı sürekli dolduruşa getirmeye çalıştıklarını, yukarıda belirtmiştim. Benzer örneklerin sayısı çok fazladır. Sultan’ın izni olmadan Medreseler için bir hayli fazla masraflar olmuştu. Bu durum Sultan’ı çok kızdırmış ve hesap sormak için Veziri çağırtmıştır. Vezirin savunması yine benzer olmuştur. Sultan’ının tacının kendi sarığına bağlı olduğunu söylemiştir. Bir başka örnek ise, Vezirin kendi oğlunu Vali olarak atamasıdır.

Yine dolduruşa gelen Sultan, Vezire, ‘’ Bana itilaf etmeye devam edersen sarığını başından alırım. ‘’(Belki de öldürebileceğini kastediyor?) demiştir. Bunun üzerine Vezir, ‘’ Sen sultansın. Eğer istersen sarığımı başımdan alırsın fakat unutma ki benim sarığım senin tacına bağlıdır.’’ Cevabını vermiştir. Böylesine çatışmaların bulunduğu iki kişi arasında elbette ki soğuk rüzgarlar esmiştir.

Kendine bu kadar muhalefet olan bir Vezire karşı suikast düzenleyip, bu kara lekeyi düşmanı olan Hasan Sabbah’ın üzerine atması da pek muhtemeldir. Osmanlı tarihine baktığımızda aynı olayların yaşandığını görmek mümkündür. Kanuni Sultan Süleyman’ın, büyük Veziriazam Pargalı İbrahim Paşayı böylesine sebepler yüzünden öldürttüğünü görmekteyiz. Padişah’ın bunu gizli yapmaması, halkın da Veziriazamdan pek hoşnut olmayışındandır. Fakat Nizam-ül Mülk, halk tarafından bir hayli fazla sevilen bir şahsiyetti. Bu yüzden ölümü gizlice planlanmıştır.

Kimin öldürttüğünü kesin olarak bilemeyeceğiz belki ama Nizam-ül Mülk’ün haklı olduğunu görmekteyiz. Gerçekten de Sultan tacı, Vezirin sarığına bağlıymış. Bundandır ki Nizam-ül Mülk’ün ölümünün hemen ardından Melikşah da hayatını kaybetmiştir.



12 Ağustos 2014 Salı

Yanlış Anlaşılan Bir Hümanist Filozof: Niccolò Machiavelli

Yanlış Anlaşılan Bir Hümanist Filozof: Niccolò Machiavelli

Niccolò Machiavelli, Floransa’da 3 Mayıs 1469’da dünyaya geldi. Babası Bernardo, dönemin ölçütlerine göre orta halli bir avukattı. Yaşadığı dönemin İtalya’sı, çeşitli kent devletleri ile feodal beyliklere bölünmüş ve çok parçalı bir yapı görünümündedir. Doğup büyüdüğü yerin böylesine dağınık olmasından hoşnut olmayan Machiavelli’nin en büyük emeli İtalya’nın siyasi birliğini kurmaktı.
Politika(Siyaset) Biliminin kurucusu sayılır.
En ünlü eseri olan Prens, Papanın da izniyle 1532’de yayınlanmıştır. İlk başlarda pek ses getirmeyen bu eser, 1550’lerden itibaren başlayan din savaşlarında hedef haline gelmiştir. Eserin içeriğinde Ruhani İktidar’ın (Kilise’nin) Dünyevi İktidar’ın (Hükümdar’ın) emri altına girmesini ve dünyevi işlerden elini etiğini çekmesi gerektiği yer alıyordu. Bu yüzden eleştiri yağmuruna tutulmuş ve ‘Kötülüğün Öğretmeni’, ‘Despotizmin Destekleyicisi’ gibi sıfat yakıştırmalarına maruz kalmıştır.
Adının bile anılması yasaklanınca ‘Floransalı Sekreter’ olarak anılmaya başlanmış ve zihinlerde böyle yer edinmiştir.
Soyadından türetilen ‘Makyevelizm’  akımı oluşturulmuş fakat Machiavelli’yi yanlış tanıtan bir akım haline gelmiştir. Ahlaksız, despot savunucusu, din düşmanı ve ilkesiz biri olarak tanıtılmıştır.
Aslında görüldüğü gibi olmayan Machiavelli’nin fikirlerini az da olsa aydınlatmak amacıyla bu yazıyı yazma gereği duydum.

Dinsiz Machiavelli ! (Aslında olan Dinsiz Siyaset)
Kilise’nin Dünyevi İktidarın emri altına girmesi gerektiğini savunan Machiavelli, dönemin Papası tarafından dinsizlikle suçlanmıştır. Burada da yanlış anlaşılan mevzu şudur:
Machiavelli, din-devlet işlerini ayrı tutmaya çalışmıştır. Fakat gerektiği zaman dünyevi iktidarın kiliseye müdahale edebileceğini savunmuştur. Siyaseti bir bilim olarak ele alıp, tüm ahlaki değerlerden ve dini argümanlardan soyutlamaya çalışmıştır. Bu yüzden de dönemin dindarları tarafından dinsiz ve ahlaksız olarak nitelendirilmiştir.

Ahlaksız Machiavelli ! (Aslında olan Ahlaksız Siyaset)
İlk okunduğunda yanlış anlaşılmalara yol açabilecek bir sözdür. Fakat Machiavelli’nin fikirlerini kavradıktan sonra yanlış olmadığı görülecektir.
İktidarı bireyden tamamen uzak tutup kurumsallaştırmak istemiştir. Bu yüzden ahlak ile siyasetin birbirinden soyutlanması gerektiğini savunmuştur. Ahlak, bireysel olarak gereklilik arz edip insan ve hayvanı birbirinden ayıran temel kriterdir. Fakat tamamen kurumsallaşan bir iktidarda ahlak aramanın mantığı olmadığını savunmuştur. Kurumsallaşan iktidar, bireyin değil, toplumun refahını gözetmelidir. Bu yüzden, ahlaka aykırı olarak görülen bir davranış eğer halkın refahı için yapılmışsa, burada ahlaksızlık yoktur.
Machiavelli, siyaseti ahlaktan ayırmakla birlikte, ahlaki görüş açısını reddetmez.

‘’Kurucu şiddeti değil, yıkıcı şiddeti mahkûm etmeli.’’
Amaç, devletin kurulup sürdürülmesi ve bu sayede ortak iyiliğin gerçekleştirilmesi olduğunda, en ahlaksız olarak nitelendirilebilecek bir araç bile siyasal açıdan meşruluk kazanmaktadır.
Yani, kardeş katili olan bir kişi, ahlaki açıdan suçludur ama siyasal açıdan, eğer bu eylemi devleti kurmaya ya da korumaya katkıda bulunmuşsa, suçsuzdur, hatta övgüye layıktır. Burada söz konusu olan amaç, ahlaki değil, siyasal bir amaçtır. Gözetilmesi gereken tek bir koşul vardır; ortak iyilik.

Despotizm Savunucusu Machiavelli !
Despotizm savunusu olarak gösterilmeye çalışılmış olsa da gerçekte öyle değildir. Machiavelli, bir devletin kuruluş aşamasındayken monarşiyi görmesine karşın, devletin devamı söz konusu olduğunda, bu kez cumhuriyetin zorunlu olduğunu vurgulamıştır. Çünkü iktidarı kişisizleştirip tümüyle kurumsallaştıran ve üstelik insanları kamusal sorunlara ilgili birer vatandaş haline dönüştüren tek yönetim biçimi cumhuriyettir.
Kısacası, Machiavelli’ye göre, devlet tek kişi tarafından (bir prenslik olarak) kurulur ve daha sonra halk tarafından (bir cumhuriyet) olarak sürdürülür.