Kadınların Öncüsü Fakat
Feminizmin Karşıtı Bir Filozof: Hannah Arendt
Üniversitede
okumakta olduğumun bölümün de etkisiyle en fazla ilgi duyduğum bilim dalıdır
Siyaset Bilimi. Bu yüzden de ‘siyaset
biliminin’ öncüleri de ilgi radarımın kapsamı içinde yer almaktadır. Bu
sefer ki araştırmamda çok fazla gerilere gitmedim. Sadece 20. Yüzyıla göz
attım. İsmini benim de ilk defa duyduğum, döneme damgasını vuran ve şu sıralar
popülerliği artan kadın bir filozof; Hannah Arendt.
Gerek
ırkından gerek ise yaşadığı dönemde meydana gelen olaylardan etkilenerek
hayatını sürdürmüş olan bir kadın filozof. Yahudi kıyımlarının zirvede olduğu
bir zamanda bile özgürlüğü için mücadele etmiş bir siyaset bilimci. Kimine göre
ise ‘kadından filozof olmaz’ tezini
çürüten kadındır.
Birçok
konudan ele almak mümkündür fakat benim üzerinde duracağım mevzu şudur;
kadınların haklarını savunmasına rağmen, Feminizm akımının karşısında
durmasıdır. Bunu anlayabilmek için öncelikle Arendt’in bakış açısını kavramak
gerekir.
Hannah Arendt kimdir?
14 Ekim
1906’da Almanya’nın Hannover şehrinde Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya
geldi. Hayranı olduğu Imanuel Kant’ın büyüdüğü şehirde, Berlin’de büyüdü.
Kendisine felsefeci sıfatı verildiğinde bundan
rahatsızlık duyduğunu dile getirdi. Gerekçesi ise çalışmalarının
"tekil olarak insana değil, dünyada yaşayan ve dünyayı kaplayan
insanlığa" odaklanmış olmasıdır. Bu
yüzden de felsefeci yerine siyaset bilimci sıfatının takılmasını
arzu etti.
Nazi hayranı
olan Heidegger ile birlikte Marburg Üniversitesi’nde felsefe üzerinde
çalışmaları oldu. Birliktelikleri sona
erince Arendt kendine başka bir yol çizdi. Aziz Augustine’in düşüncesinde aşk
kavramı üstüne tez yazdı ve yazdığı tez 1929’da yayınlandı. Fakat kısa bir süre
sonra, Yahudi olduğu gerekçesiyle hocalık niteliklerine sahip olmadığı
belirtilerek Alman üniversitelerinde ders vermesi yasaklandı. Bunun üzerine
Almanya’dan ayrılıp Fransa’ya göç etti. Paris’e yerleştikten sonra burada da
çevre edinmiş ve aynı zamanda Fransa’ya göç eden Yahudilere yardımcı olmaya
çalışmıştır.
II. Dünya
Savaşı’nın patlak vermesiyle birlikte Fransa kendini savaşın içinde buldu.
Almanya’nın saldırılarına maruz kalması sonucunda birçok bölgesi işgal
edildi. Ülkede ortaya çıkan olaylar sebebiyle, Yahudilerin toplama
kamplarına götürülmesi kararı çıkarıldı. Bu karara razı gelmeyi reddeden
Arendt, Fransa’dan kaçtı. 1940 yılında Alman şair ve felsefeci ile evlendi.
Yaşadığı bölgeden hoşnut olamayınca göç etmeye karar verir ve bu esnada herkesin
dilinde dolaşan bir haber aldı. Amerikalı bir diplomatın, yasadışı vize vererek
2500 Yahudi’yi Amerika’ya göç ettireceği yönündeki haber, Arendt’i ve ailesini
harekete geçirdi.
Amerika’da
kurulmuş olan Alman-Yahudi Topluluğunun aktif bir üyesi oldu. 1950 yılında
ABD vatandaşı ve 1959’da da Princeton Üniversitesi’nde kadrolu ilk kadın
Profesör oldu.
Birçok esere
imza atmıştır. Eserleri genellikle, iktidar, politikanın özneleri, otorite ve
totaliterlik ile ilgilidir.
Kadınlık Durumuna Bakış Açısı
Arendt’in aldığı
ödüller ve profesyonel yaşamı açısında değerlendirdiğimizde ‘ilk kadın olma’ statüleriyle donatılmış
olduğunu fark ederiz. Buna rağmen
kadın olmayı düşünme problemi etmemiş, hatta gidişattan bekleneceği üzere
feminist olamamıştır.
Bakış
açısını kavrayabilmek açısından, insanların ‘ne’(ırk,
din, dil vs.) olduklarıyla değil ‘kim’(ne yaptıkları, söz edimleri vs.)
olduklarıyla ilgilendiğini söylemek yerinde olacaktır. Yahudi olmasına rağmen
Yahudileri bir cemaat olarak kabul etmemiştir. Birçok Yahudi Cemiyetinde aktif
görev almasına rağmen, yaşadığı hayatın ona kattığı tecrübeler neticesinde,
insanların ‘‘ne’(ırk, din, dil vs.) olduklarıyla değil ‘kim’(ne yaptıkları, söz edimleri vs.) olduklarıyla ilgilenmiştir. Böylesine
bir perspektife sahip olmasından dolayı, Yahudi kimliğiyle ön plana çıkmaktan
kaçınmıştır.
Yahudi
Sorunlarına bakış açısına da değinmeden geçmek doğru olmaz. ‘Yahudi olmak politik bir sorun
olmasa da ‘Yahudi sorunu’, anti-semitizm, politik bir sorundur; çünkü politik
çözüm gerektirir. Burada sorunun politik olması, sorunun Yahudi olmaktan değil
Yahudiliğe karşı olmaktan kaynaklanmasıdır.’ (Nilgün TOKER)
Benzer bakış açısı kadınlar içinde geçerlidir. Onun için ‘Kadın Sorunu’, politik bir sorun
değildir. Özel yaşamına baktığımızda bir kadınla,
yaptığı işlere baktığımızdaysa bir filozofla
karşılaşırız. Bu durumu Özel Alan ve Kamusal Alan olarak tanımlayabileceğimiz Ardendt’e özgü bir ayrımla
açıklayabiliriz. Arendt
oluşturduğu politik kuram gereği ve bu kavrayış doğrultusunda kadınlık
sorununun bir politik problem olmadığını söylemiştir. Bu onun için kişisel bir
tercih değil, politik ve felsefi bir seçimdir.
‘’Kadın olmayı ya da bir etnik kimliğe ait olmak doğuştan
gelen özellikler olma anlamında bir kaderdir. Bu da zorunluluk olarak
algılanabilir. Arendt’e göre Kurtuluş ve Özgürlük farklı kavramlardır. Çünkü
kurtuluşu eylemin amacı yapmak, aslında olduğundan farklı bir şey istemektir.
İnsan bu durumda varoluşu reddetmektedir. Bu da Kimliği kuracak bir eylem
değildir. Kimliği kurmak aynılaşmadan, baskın olana benzemeden kendini var
etmeyi gerektirir. Kadının erkeklerin de yer aldığı ortak bir dünyada kendini
ifade etmesi yerine, kadınlar grubu olarak görünür olup
tahakkümcü bir güç olarak ortaya çıkması
onu aynılaştırır ve politik kötülüğün kaynağı yapar. Çünkü tahakkümcü olan
politik kötüdür. Özgürlüğün önündeki engeldir. Cinsiyet olarak eşit olma isteği adına
politik alanı göz ardı etmek kimlik inşasını imkânsız kılar. Bu nedenle Arendt feminist değildir. O’na göre, Feminizm, kadınların eşitliği adına, kadınları bir sınıf olarak görüp onları
cinsiyetsizleştiren bir politika inşa etmek kadının kendisini aşağı gördüğüne
işaret eder. Bu kurtuluş hareketidir. Kadın kendi öz niteliklerinden kurtularak
erkekler dünyasında erkek olarak var olmak istemektedir. Arendt bunu Parya
kültürü olarak adlandırıyor. Aşağılanmış ve dışta bırakılmış olanın kendini
merkeze alma isteği Parya kültürüdür. Bunun da gideceği yer kurtuluş olabilir
ama özgürlük olamaz. ‘’
(Ebru EREM)
Değerlendirme
Kadın, kadınlar olarak örgütlenip bir
kurtuluş hareketi gerçekleştirmek yerine, söyledikleri ve yaptıklarıyla insan olma adına(insan idesi olarak) adalet talep etmelidir. Kendini diğer cinsten üstün olarak görüp kurtulmak yerine sosyal alanda eşit ve denk muhataplarla bir
anlam tesisi etmeye yönelmelidir. Adalet arayışı içinde olmalıdır, çünkü
aslında maruz kaldığı dışlanma, baskı ve ötekileştirilme, sosyal
alanda adalet’in tesis edilmeyişinden kaynaklanmaktadır. Adalet ise
ortak bir alan olan Politik/Kamusal alana ait bir ilkedir ve Arendt’e göre
politik alanın merkezinde yer almaktadır. Arendt’in klasik anlamda
Feminizmi haklı görmeyişini bu nedenlere bağlayabiliriz.
alıntılardan kaynaklanan bır kopukluk var sanırım. daha iyi olabilirdi
YanıtlaSilHaklısınız, üzerinde pek durmadığım bir yazı oldu açıkçası. Eleştiriniz için ayrıca teşekkür ederim.
Sil